GOA: Acayip güzellikler diyarı

Goa kimileri için tropik plajlarda yayılmaktır, kimileri için tarihi Portekiz villaları, muz çiftlikleri, rengarenk bir turist kapanı, bir saatlik tam teşekküllü ayurvedik masaj seansı ya da yoga ve meditasyonla olduğun şeye varacak bir yolculuk olabilir. Ama neticede Goa bir motosiklet diyarıdır…
Sabah evin yakınındaki tapınaktan gelen Hindu ilahileriyle uyanıyorum. Ne anlama geldiklerini hiç bilmiyorum ama bana huzur veriyorlar. Ev sahibem yaşlı Bayan Rosie çoktan uyanmış. Eski bir Portekiz kolonisi olan Goa’da nüfusunun yüzde 30’u Hıristiyan olduğundan dolayı Goa halkının büyük kısmı Hıristiyan isimleri taşıyor. Kesinlikle çocuklar için masal kasetleri kaydetmesi gereken zarif ve tatlı bir sese sahip olan Bayan Rosie’nin uyanır uyanmaz açtığı televizyonun sesi odama kadar geliyor. Eski bir Bollywood filmine benziyor, yataktan çıkmadan gözlerimi kapatıp duyduğum seslerden filmde olan biteni hayal etmeye çalışıyorum. Muhtemelen gangsterler güzel bir kızı kaçırmışlar. Esas oğlan ormanda çılgınca koşarken gangsterler de onu kovalıyorlar. Ama nasıl olsa bir noktada hep birlikte şarkı söyleyip dans edecekler ve her yerden rengarenk çiçekler fışkıracak. Dans edemediğimiz mutlu son mutlu son değildir. Bollywood için de öyle, benim için de… Gene de her an başımıza düşen bir Hindistan cevizi ile hayata meyve aromalı bir veda edebileceğimizi akıldan çıkarmamak gerekiyor. Hani mesire yerlerinde üzerinde harita olan tabelalar vardır. Üzerinde de bulunduğunuz yeri gösteren bir çarpı ya da ok işareti: “Şimdi buradasınız!”. Onun yerine “Şimdi buradasınız, bu anı boşa harcamayın” yazmak gerekiyor belki de. Logan Pearsall Smith bu konuda şu sözleri söylemiş: “Hayatta hedef alınacak iki şey vardır; birincisi istediğin şeye sahip olmak ve sonra da onun tadını çıkarmak. İkincisini ise ancak en bilge kişiler başarabilir.”
Cibinliğin altında tavandaki pencereden gelen gün ışığını biraz izledikten sonra yavaş yavaş kalkıyorum. Kuşlar, özellikle da o adını sanını bilmediğim kuş ötüyor. Hemen yandaki evde iki çocuklu bir aile yaşıyor. Her sabah olduğu gibi tapınaktan gelen ilahiler ve kuş sesleri eşliğinde kadın gözü gibi baktığı bitkileri bir bir okşayıp, çiçeklerini koklayıp sularken kocası o uzuuuun diş fırçalama ritüellerinden birine kaptırıyor kendini. Hipnotize olmuş gibi çiçeklere bakarak bahçede atleti ve donuyla bir diş fırçalama sefası ki bu, insanın gerçekten canı çekiyor. Belki bu meditasyon yöntemini ben de denemeliyim diye aklımdan geçiyor ama gene “Sunrise Cafe’de sert bir kahve ve yerel gazetelerden Navhind Times” meditasyonunda karar kılıyorum.
Sunrise Cafe’ye vardığımda küçük Ninoushka çığlıklar atarak koşturuyor ve kahvesine avuçla şeker atarak müdavimlerden birini çıldırtmaya çalışıyor ama nafile. Tavandan iple sarkıtılmış, su dolu plastik poşetlere bir anlam veremiyorum. Kimse veremiyor, “Ya deli bu Hintliler, nelere inanıyorlar” diyor birisi. Fakat bunun Hint değil İskoç icadı olduğunu öğreniyoruz. Sözde sinekler bunun kocaman bir sinek gözü olduğunu zannedip, korkup kaçıyormuş. Mekanın sahibi Patrick “İşe yarıyor aslında, sinekler bayağı azaldı” derken kulağının yanından geçen bir sineği kovalıyor. Bugünün ilk acayipliği bu ama sonuncusu olmayacağını da içten içe biliyorum. O anda çatır patır bir patlama sesleri duyuluyor zaten, ortalığı bir yanık kokusu sarıyor, hepimiz irkiliyoruz. Bugün de onyüzbinlerce bayramdan biri olmalı ve çatapata, havai fişeğe her türlü barutlu oyuncağa bayılan Hintliler gene ortalığı birbirine katıyorlar. Kestane fişeklerinden öyle yüksek bir ses çıkıyor ki sohbete devam edebilmek için son fişeğin de patlamasını beklemek zorunda kalıyoruz. Pat, pata pat , pat…pat… derken sonunda bitiyor. Patrick mekânı 30 yıl önce babasının açtığını anlatıyor. Baba emekli olunca da kendisi devralmış. Goa 60’larda nasıldı, hippiler o zaman farklı mıydı diye soruyorum. Bundan birkaç yıl öncesine kadar beyaz insanlara “hippie” dendiğini sanıyormuş Patrick: “Plajda yatıp kalkarlardı, yemeklerini serin diye kayalıkların içinde saklarlardı. Davullarını çalıp kendi hallerinde takılırlardı” diye anlatıyor. İnsanların ateşin etrafında dans ederken pasaportlarını alevlerin içine attıkları zamanlardan bahsediyoruz. Ama şimdi her şey başka… “Yarınki parti iptal olmuş. Beşinci sınıfların matematik sınavı var da” diyor, birlikte gülüyoruz. Turizm bakanlığının resmi sloganı bu ülkeye çok yakışıyor: çünkü burası gerçekten de “İnanılmaz Hindistan”.
Goa kimileri için tropik plajlarda yayılmaktır, kimileri için tarihi Portekiz villaları, rengarenk bir turist kapanı ya da trance müziğin bitmek bilmeyen sonsuz yuvarlakları olabilir. Ama neticede Goa bir motosiklet diyarıdır… Scooter’ıma atlayıp Anjuna’ya doğru yol alırken sürekli değişip duran kokulardan oluşan bir akınının içinden geçiyorum. Pirinç tarlalarının sisli serinliği, bir mutfakta pişen balık curry’si, yolun kenarındaki bir kuş leşi, yakılan çöplerden gelen plastik kokusu, tütsü kokuları, yaseminler… Değişip duran, hepsi de birbirinden kuvvetli bu güzel ve çirkin kokular arasında “Mutlu Köşebaşı” diye andığım kavşağa yaklaşıyorum. Toprak yol üzerindeki bu köşe bana hep büyük bir mutluluk veriyor. Sevimli, küçük bir bakkal dükkânının duvarındaki elle çizilmiş rengarenk resimler çocuk resimlerini andırıyor. Kocaman, şişe dibi gözlüklü, kır saçlı bir amca yolun kenarına koyduğu sandalyesinde ellerini bastonunun üzerine dayamış oturuyor, etrafını çeviren çocuklar motorlar yaklaşırken ayağa kalkıp ellerindeki benzin dolu pet şişeleri sallayıp bağırıyorlar: “Petrol, petroooooool!” Mutlu köşede durup bakkala giriyorum ve “bakkal müzik” tartışmalarına bir son veriyorum: Bakkal müzik bakkalda çalınan müziktir. Çünkü benim DJ olarak Türkiye’de çaldığım psy-trance müzik burada net olarak bakkalda çalınıyor. Yasağa rağmen kafeler, dükkânlar ve restoranlarda olduğu gibi… Kiliseye varan inişli çıkışlı yol lunapark etkisi yapıyor. Muazzam tropik manzaranın içinden Bonita adını verdiğim, kilometre ve benzin göstergesi çalışmayan külüstür scooter’ımla geçerken gene bir mutluluk fışkırması yaşıyorum, tarlaların arasından geçerken “Kukkurikkuuuuu!” diye bağırmaktan kendimi alamıyorum. Motorun dikiz aynasında “aynadaki nesneler göründüğünden daha yakındır” yazıyor. Bunu scooter tanrılarından gelen bir mesaj olarak algılıyorum.
Sonunda plaja varıp kendimi şezlonglardan birine atıyorum ama meyve satan fruit-mama’lardan biri beni gözüne kestirmiş çoktan. Kafasının üstünde çeşit çeşit meyvelerle dolu sepetiyle ağır ağır salınarak yanıma geliyor. Doğrusu ben de pek direnmiyorum. Bir yandan da o koca, ağır sepeti nasıl bütün gün taşıyıp sürekli indirip kaldırdığına kesinlikle akıl erdiremiyorum. Hindistan cevizini palasıyla kesiyor. Önce kafaya dikip suyunu içiyorum. Sonra ayıklanmış ananas, mango ve Hindistan cevizi parçalarını poşet içinde elime tutuşturuyor. Ben meyveleri yerken kabuklarını da hemen yanımda bitivermiş olan inek şapur şupur götürüyor. Güneş alıştığımız Akdeniz güneşine benzemiyor. Sanki o kadar yakmıyor, bayıltmıyor. Saatlerce güneşte yatsanız da pek rahatsız olmuyorsunuz. Ama şöyle bir uzanayım, oh demeye kalmadan bu defa incik boncuk satan kadınlardan oluşan küçük bir ordu yaklaşıyor, eyvah diyorum içimden ama neyse ki aralarında Rugma da var. Rugma’yla karşılıklı birer gazoz içip sohbete dalıyoruz, böylece diğerleri dağılıyorlar. Tembel kocası ve huysuz görümcesinden dert yanıyor. Azıcık aklım varsa evlilik konusundaki tavsiyelerine kulak vermem gerektiğini söylüyor ve sevgilimin benim için bir parça yaşlı olduğunu bir kez daha üstüne basarak hatırlatıyor, “Ama iyi adam” diye de ekliyor. “Partiye gidecek misin?” diye soruyor bana. Aslında akşama iskelede merak ettiğim bir de kadın erkek karışık boks turnuvası var ama kaçıracağım da besbelli.
Goa’ya geldiyseniz ve parti nerde bilmiyorsanız yapacağınız şey bellidir. Belli bir yönde ellerinde lüks lambaları, kap kacak, kilimlerle yürüyen bir grup teyze görürseniz bunların peşine takılacaksınız. Bu hanımlar Chai-mama’lardır. Yani partilerde çay, kahve, omlet, kek, kurabiye, meyve satan ulu insanlar, çay teyzeleri… Yalnız terbiyenizi takınmazsanız adamı fena haşlarlar. Güneş batmadan ben de parti alanına varıyorum. Palmiyelerin altı çoktan yüzlerce motosikletle dolmuş bile. Turuncu kırmızı bir günbatımında sahilde yığılı endüstriyel bir tapınağın kalıntıları gibi duruyorlar. Dans pistinde durum oldukça karışık. Mad Max filminden ışınlanmış gibi duran acayip deri ve metal karışımı kostümlü kızlar ve oğlanlar, Hintli gençlik, yaşlı hippiler, fantastik romanlardan fırlamış çiçekli, boncuklu Elfler – ki bazılarının basbayağı Elf kulakları, sivri burunlu pabuçları, kanatları, kuyrukları, pırıltılı taçları var-, sonra pembe yanaklı turistler, koşuşturup duran çocuklar… Saçlarının yanları kazınmış iri yarı bir oğlan ıslattığı şalını pervane gibi kafasının üzerinde çevirip sağa sola su sıçratarak serinletme hizmeti veriyor ve bunu yapmaktan çok mutlu olduğu gülümsemesinden anlaşılıyor. İpe dizilmiş taze yaseminlerden oluşan mis kokulu kolyeler satan abla “almayanı çok pis yaparım” bakışlarıyla ortalıkta dolaşıyor. Chai-mama’lar kilimlerinde oturmuş ateş dansçılarını izliyorlar. Seyyar dükkânları şıngır şıngır ışıklarıyla gecenin içinde rengarenk ve güzeller. İnsanlar kilimlere uzanmış çaylarını içip laflıyorlar. Herkes bir şeyler kaybetmiş, bir şeyler bulmuş, hayat böyle bir şey sanki ve hükûmetlerin, kanunların, sınırların, önyargıların ayırdığı ne varsa bu plajda bir arada mutlu mesut dans ediyor işte. Her ülkeden gelen bir elçi var bu kalabalıkta. Yanımda oturan orta yaşlı hanımın başında pembe simli bir sultan sarığı var, elindeki oyuncağı bana uzatıyor. Kocaman, kırmızı plastikten bir buton bu. Üzerinde “The Easy Button” yazıyor, kolay düğme. Düğmeye basıyorum, aletten “That was easy!” diye bir ses çıkıyor, işte bu kolaydı. Aslında bu kadar kolay olmalıydı diye düşünüyorum, anlaşmak ve bir arada yaşamak. Müziğin vahşi ve sert kıvrımları dolana dolana sonsuza uzanıyor. Gökyüzünde yıldızlar birer birer değil biner biner belirmeye başlıyor ve palmiyelerin arasından kocaman, tabak gibi bir ay doğuyor. Ulu kokonatlar, ananaslar, sizlere selam olsun!
Köye dönerken yol üzerinde bir bakkalda duruyorum. İçeri adımımı atarken daha önce hayatımda hiç duymadığım şeker gibi bir müzik dikkatimi çekiyor. Biraz Calypso’ya benziyor sanki, Hawaii müziği gibi mi desem, 50’lerden kalma gibi bir havası da var. Bakkal amcaya soruyorum nedir bu müzik diye. Kocaman bir gülümsemesi, bembeyaz dişleri ve kulağının arkasına tutturduğu güzel sarı bir çiçeği var. “Bu mu?” diyor, “Radyo bu.” Öyleydi böyleydi derken ağzından kerpetenle laf alarak bu müziğe Konkani dendiğini öğreniyorum. Aslında Goa eyaletinde konuşulan dilin adı da Konkani ve bu da Goa’nın kendine has, Portekiz kültürünün izlerini taşıyan müziği oluyor. Otantik, neşeli ve komik bir müzik bu. Dinlerken gözümün önüne düğünlerde biraz çarpık çurpuk figürlerle büyüklerin dansını taklit eden çocuklar, siyah beyaz filmler, Hintli kadınlar gibi sari giyip alnının ortasına bindi takmış bir Belgin Doruk, Hint fakiri olmuş kör bir Kartal Tibet geliyor. Amcaya Konkan dilinde iyi akşamlar, “Diu bore rad” diyip, motora binmeden önce ben de kulağımın arkasına sarı bir çiçek takıp yola düşüyorum. Acayipli güzellikler diyarı burası diye geçiriyorum içimden, bir şükran duygusu yükseliyor, anneme ve babama beni bu dünyaya getirdikleri için teşekkür etmek istiyorum, bin şükür, om bin şükür… Om Sona shanti, boom bolenath!
Yazar: Sona Ertekin
Bu yazı ilk kez 2009 yılında Aktüel Dergisi’nde Sona’dan Mektup Var köşesinde yayınlanmıştır. instagram.com/sona_ertekin