Çoğumuz için ölüm tatsız bir konu. Aklımıza getirmek istemediğimiz, bahsi açılınca hızla konuyu değiştirdiğimiz, unutmaya çalıştığımız, istenmeyen, yok sayılan, zaman zaman bizi fena halde kaygılara sürükleyen sevimsiz gerçek. Bu yazıda ölüm yaşam varoluş ve dönüşmek üzerine dini, felsefi ve sanatsal düşünüşlerden kısa bir derleme yapmaya çalıştım. Elbette çağlar boyu dile getirilenlerin sadece küçük bir kısmı bu yazıda yer alabildi. Keyifli okumalar!

Öleceğinin bilincinde olarak, yaşama külfeti verilmiş tek canlı insan. Bilebildiğimiz kadarıyla, hayvanlar ve bitkilerin böyle bir kavrayışları yok. Son yıllarda bitkilerin birbirleriyle iletişime geçtiklerini, hatta şarkılar söylediklerini ileri süren araştırma yazıları okuyoruz. Belki ilerleyen yıllarda bitkilerin de biz insanlar gibi kaybettikleri ardından ağıtlar yaktıklarını ve yas tuttuklarını keşfederiz. Ancak şu anki biliş seviyemiz, ölümlü olduğunun farkında olan canlının yalnızca insan olduğu yönünde.

Öleceğimizin farkındayız ve bu kaçınılmaz sonu geciktirmek için elimizden gelen her şeyi yapıyoruz. Sağlıklı beslenmeye, zararlı alışkanlıklardan kurtulmaya çalışıyor, egzersiz yapıyor, dev bir endüstri haline gelmiş vitaminlerden, gıda takviyelerinden avuç avuç yutuyor, şifalı bitki kürleri uyguluyor, yoga ve meditasyon yapıyor, stresten uzak durmanın yollarını arıyoruz. Bilim insanları, ömrü uzatmak için çabalıyor, organ nakilleri yapılıyor, kök hücre tedavileri uygulanıyor, medya, kalbe iyi gelen uyku pozisyonu, sağlıklı yaşam için uzak durmamız gereken on alışkanlık gibi haberlerle dolup taşıyor. Büyük oranda bir değişim sağlandığı da gerçek. Türkiye’de 1960’lı yıllarda 45 civarında olan ortalama yaşam ömrü 2018 itibariyle 78’e yükselmiş. Diğer ülkelerde de benzer durum söz konusu. İlerleyen yıllarda da teknolojideki gelişmeler bu hızla devam ederse – ki öyle görünüyor- ortalama yaşam süresi hızla artacak ve belki şu an bize bilimkurgu hikâyesi gibi görünecek laboratuvar bankalarında deri dahil her organımızın yedeği olacak ve yüzlerce yıl yaşamak mümkün olacak.

Yeni bir dünya düzeni şart!

Dünyanın ekolojik açıdan bu kadar fazla insan nüfusunu taşıyıp taşıyamamasını bir kenara koyarsak, ölümün isteğe bağlı olması söz konusu bile olabilir. Kendi adıma gelir eşitsizliğinin, adaletsizliğin, doğa katliamlarının had safhaya ulaştığı bu dünyada yüzlerce yıl yaşamak ister miyim bilemiyorum, eğer yeni bir dünya düzeni kurulursa, insanca yaşamayı, canlılara yaşam hakkı tanımayı becerebilirsek, sırf bu gelişmelere tanık olmak için bile olsa hayatta kalmayı isteyebilirim. 

Ölüm yaşam varoluş ve dönüşüm üzerine bir inceleme
Fotoğraf: Jenny Hill/Unsplash

Gelecekten günümüze dönersek, bu sene birdenbire ortaya çıkan küçücük bir virüsün bizi her zamankinden daha çaresiz bıraktığını ve hareket alanımızı fena halde kısıtladığını deneyimledik. Şimdi virüs yüzünden hastalık ve ölümü daha yakınımızda hissetsek de, Covid-19 öncesinde de tüm yaptıklarımıza, tüm çabalarımıza karşın her an ölebileceğimizin ve sevdiklerimizin bizi terk edebileceğinin farkındaydık. 

Peki ölüm nedir? Yaşam kadar doğal olan ölüm bizi neden bu kadar korkutuyor? 

Ölmek, sonlanmak, bildiğimiz varlığımızın sona ermesi, bitiş ve belirsizlik olduğu için korkutucu. Sevdiğimiz kişinin ölümünün en korkulan tarafı ise ölen kişinin hafızalarımızdan silinmesi. O büyük sevgi orada hep kalsın istiyoruz, kimimiz ancak acı çekersek bunu başarabileceğimize inanıyoruz. Bir arkadaşım çok sevdiği annesinin ölümünden dolayı yıllarca acı çekmişti. Ona göre, hayatına devam etmek, acısını hafifletmek, annesini unutması anlamına geliyordu ki bunu annesine asla yapamazdı, rüyasında annesi ona sakın beni unutma demişti ve o da her gün acısını tazeliyor, her gün yas sürecini yeni baştan başlatıyordu. Bir yandan da bu kadar acı çekmekten dolayı çok yorgundu ve kendi deyimiyle iyileşmek için çareler arıyordu. Ama yas süreci ne kadar uzun olursa olsun, en sonunda hayat kazanıyor, ölenle ölünmüyor ve yaşam devam ediyor. 

Peki ölüm gerçekte var mı? Yoksa sadece bir boyut değiştirmek mi söz konusu?

Ölüm yaşam varoluş ve dönüşmek üzerine birçok görüş var.

Tek tanrılı dinlere göre, günahlarımızın ve sevaplarımızın hesaplanacağı ve ona göre sonsuz yaşamın cennet cehennem ikilisinden birinde devam edeceği bir dönem başlayacak biz ölünce. İslamiyet’in kutsal kitabı Kur’an Kaf Suresi 16.Ayet şöyle der; “Gerçek şu ki, insanı yaratan biziz. Benliğinin ona ne gibi vesveseler verdiğini biliriz ve biz ona şahdamarından daha yakınız.” Cum’a Suresi 8.Ayette ise ölüm şöyle yer alır. “Sizin kendisinden kaçtığınız ölüm, muhakkak sizi bulacaktır. Sonra görünmeyeni ve görüneni bilene döndürüleceksiniz. O size (bütün) yaptıklarınızı haber verecektir.” 

Ünlü tasavvuf bilgini, şair, teolog Mevlana Celaleddin Rumi (1207-1273) ise dünyayı ruhun bedende hapsolduğu geçici bir durak olarak görmüş ve ölümü Hakk’a kavuşma olarak tanımlamıştır. Mevlana bir şiirinde ölüm zamanına düğün gecesi (Şeb-i Arus) demiş ve ölümün yas tutulması değil kutlanması gereken bir zaman olduğunu söylemiştir. 

İbn Miskeveyh ise ölümü nefsin (ruhun) aletlerini (beden) kullanmayı bırakması olarak niteleyerek, bundan dolayı ölümden korkmanın yersiz olduğunu vurgulamaktadır. Nefs bedenden ayrılınca kendisine has olan hayatını sürdürür, tabiatın kirlerinden temizlenir, tam mutluluğa ulaşır. İslam bilginleri arasında ölüme dair en detaylı ve dikkat çeken fikirler Gazali’nin (1058-1111) eserlerinde yer alır. Gazali her şeyden önce ölümü uykudan uyanış olarak görür. O, dünya hayatının ahirete göre uyku olduğu görüşünü, Hz. Muhammed’in (sav) “İnsanlar uykudadırlar. Öldükleri zaman uyanırlar” hadis-i şerifi ile savunmakta, insan öldüğünde, eşyanın ona dünyada göründüğünden başka görüneceğini açıklamakta, buna neden olarak da Allah’ın “Şimdi senden perdeni açtık. Artık bugün gözün keskindir” buyruğunu göstermektedir. (Kaynak: SDPlatform)

Ölüm yaşam varoluş ve dönüşüm üzerine bir inceleme
Fotoğraf: Hulki Okan Tabak/Unsplash

Hristiyanlıkta da ölüm bir son olarak değil, yeni bir hayata geçiş olarak görülmektedir. Mesih’in dirilmesi, inananların dirilmesinin de garantisidir. Bu yüzden bir Hristiyan ölümü düşündüğünde aklına Hz. İsa’nın ölümü gelir. Onun ölümü de birbirinden ayrılmaz bir şekilde yeniden dirilmesine bağlanmıştır. Gerçekte Hz. İsa’nın yeniden diriltilmesine inanmak, yeniden diriltilmeyi onunla paylaşmak demektir. Zira, bunu Hz. İsa için yapan Tanrı, insanlar için de yapacaktır. Hem ölüm ve sonrasına ilişkin Hristiyanların duruşunu en iyi anlatan söz, “Biz dünyadayız ama dünyaya ait değiliz”dir. (Kaynak: SDPlatform)

Hinduizm, Budizm ve Taoizm

Günümüzde yaklaşık 900 milyon izleyeni ile Hristiyanlık ve İslamiyet’ten sonra üçüncü sırada yer alan çok tanrılı Hinduizm’e göre ise, ruh özgürlüğe (mokşa) ulaşana kadar defalarca reenkarne olur, yani derslerini öğrenene kadar dünyaya tekrar tekrar gelir. Hinduizmin çoğu mezhebine ve inanışına göre ebedi bir cehennem ve lanetlenme diye bir şey yoktur. Hindu yolunu sevgi, şiddetten kaçınma, iyi davranışlar ve doğruluk yasası tanımlar. İnsanın yaşamlarında başlarına gelen kötülükler ve felaketlerin Tanrı ile ilgisi yoktur, Tanrı asla hiçbir şekilde kötülüğe ve felakete neden olmaz. Bütün karmalar eninde sonunda temizlenecek ve mokşaya ulaşılacaktır.

Her ne kadar dinden çok bir öğreti olsa da pratik ve kurallar içerdiği için din olarak da adlandırılan Budizme göre, tüm olgular değişken, kararsız ve geçicidir. Her şey devamlı bir devinim içindedir, dolayısıyla koşullar ve bu arada nesnenin kendisi de değişmektedir. Nesneler durmaksızın var olup ardından yok olmaktadır. Hiçbir şey sonsuza dek süremez. Geçicilik öğretisine göre insan hayatı, bu akışın yaşlanma süreci, yeniden doğum döngüsü (samsara) veya her tür kayıp deneyimi içindeki somut bir ifadesidir. Öğreti ayrıca nesneler geçici olduğundan, onlara karşı bağlılığın da boş ve acı (dukkha) verici olduğunu ileri sürer. Hinduizm’de olduğu gibi ruh aydınlanmaya (Nirvana) ulaşana kadar defalarca reenkarne olur. 

Ölüm yaşam varoluş ve dönüşüm üzerine bir inceleme
Fotoğraf: Prince Abid/Unsplash

Taoizm (Daoizm, Dao Öğretisi), MÖ 6’ıncı yüzyılda’da Çin’de Lao Tzu (Laozi) tarafından yazıldığı düşünülen Tao Te Ching (Erdem ve Yol) adlı kitaba dayanır. Taoizme göre Tao (Yol) algıların ötesinde, kavranabilecek olanın dışındadır, tanımlanamaz, açıklanamaz, bilinemez, ancak hissedilir. Ölüm yaşam varoluşa ait ne varsa Tao’dadır ve erdemli insan kendini Tao’nun akışına bırakmalıdır. Öğreti Tanrı kavramına yer vermez. Sadelik, hırslardan arınma, egonun benlik duygusundan vazgeçmesi yüceltilir. Yin Yang ilkesine göre her şey karşıtıyla var olur, sıcak soğuk olduğu için vardır, iyi kötüyü yaratır, yaşam da ölümü barındırır. Wu Wei (hareketsiz eylem) evrenle uyum içinde olmanın anahtarıdır. İnsanın özgürlüğe kendini yaşama teslim etmesi halinde ulaşabileceğini savunur.

Felsefi açıdan ölüm, eksistansiyal – ontolojik bir fenomen

Ölüm yaşam varoluş birçok filozofun ve düşünürün de üzerinde kafa yorduğu bir kavram. Kierkegaard ve Heidegger’e göre ölüm insanın en kişisel olanağı olup bedensel fonksiyonların durması değil bir varoluşsal süreçtir, hayatın ve başkalarının varlığından haberdar olmaktır. Başka bir deyişle ölüm ne hayatın sona ermesidir, ne de yok oluştur, aksine ölüm bireysel varoluşun ve hayatın anlamının farkına varılıp anlamlandırıldığı eksistensiyal-ontolojik bir fenomendir. Varlık ve varoluş ancak hayat ve ölümle anlam ve değer kazanmaktadır. Heidegger insan her an ölmekte olan bir varlıktır der. 

Sokrates için ölüm hiçlik ya da yokluk değildir, aksine ölüm yaşamın kendisidir ve “bir değişmedir, bulunduğumuz yerden canın, tinin bir başka yere geçmesidir.”

Herakleitos Montaigne Epikuros

Aynı şeydir yaşayan ve ölen, uyanık ve uyuyan, genç ve yaşlı. Çünkü sonrakiler öncekilerle, öncekiler sonrakilerle yer değiştirir der Herakleitos. Gerçekten yaşayan ve ölen aynı şeydir. Ortada gündüz ve gece, yaz ve kış, genç ve yaşlı, tokluk ve açlık karşıtlarında olduğu gibi yalnızca bir değişim vardır. Hangi yönden bakarsak bakalım ölüm hem içeriden hem de dışarıdan yaşamın uzağında değil onunla bağlantılıdır. O yaşamın bir zıddı ya da yaşamın kendisinden başka bir yerde türeyen değildir. “Bizzat yaşam onu üretmiştir ve onu içerir.” 

Montaigne’ye göre ölümün belli bir zamanı ve mekanı da yoktur, ölüm her anda ve yerdedir. Bu yüzden ölümü herhangi bir temel ihtiyacımız gibi, örneğin toprak, su, hava ve ateş gibi görüp karşılamalıyız. Bu durumda ölüme alışmak, ölmeyi öğrenmek demektir, ölmeyi öğrenmek ise özgürleşmektir. Ölümün insanı nerede beklediği belli olmadığına göre insan onu her yerde aramalıdır. Bu arayış aslında ölüme ısınma, alışma seanslarıdır. Ölüme alışmak ise “özgürlüğe alışmaktır. Ölmeyi öğrenen bir insan, tutsak olmayı bilmez. Ölmeyi öğrenmek, bizi boyun eğmekten ve baskıdan kurtarır.” (Kaynak: Dergi Park)

Epikuros, ölümün tam bir kayıtsızlık sorunu olarak ele alınması gerektiğini düşünür. Çünkü ona göre, ölüm geldiğinde ben burada olmayacağım ve deneyimlemeyeceğim için, ölüm korku ve endişesi gereksizdir. Ona göre, ben varken ölüm yoktur; ölüm olduğunda ise ben var olmayacağıma göre, ölüm ne ölüyü ne de yaşayanı etkilemeyecek olan, kayıtsız kalınması gereken bir durumdur. (Kaynak: Dergi Park)

Fotoğraf: Markus Spiske/Unsplash

Mitler ve efsaneler; Gılgamış Destanı

Ölüm yaşam varoluş olgusu mitler ve efsanelerde de yerini bulmaktadır. Ünlü Sümer destanı Gılgamış’da, Uruk şehir devleti kralı Gılgamış en sevdiği dostu Enkidu’nun ölümünü bir türlü kabullenemez ve ölümsüzlüğü aramak üzere, Büyük Tufan’da hayatta kalabilmiş yaşlı bilge Utnapiştim’i ziyaret eder. Kimi tarihçiler Gılgamış’ın Utnapiştim’in ölümsüzlük testlerinde başarısız olduğunu ve ölümlü olarak kaldığını yazar, bazı kaynaklar da ölümsüzlüğün sıkıcı olduğunu gören Gılgamış’ın kendi isteğiyle sonsuz yaşamdan vazgeçtiğini söyler. 

Edebiyattan ölüm üzerine seçmeler

Ölüm sanatta, edebiyatta da çokça yer alan bir kavram. Ölüm yaşam varoluş ve dönüşüm üzerine Lev Nikolayeviç Tolstoy Ölüm Manifestosu adlı kitabında şöyle der: En kof ceviz bile kırılmak ister. Olgun yemişler tutunamaz ağaca. Öyleyse kabuğum kırılacak diye hayıflanmamalıdır meyve. Düşün! Bir şeyin geldiği yere dönmesi kadar sevindirici ne olabilir? Tohumun ağaca, ağacın tohuma dönüşümünden başka bir şey değildir hayat. Yani ölüm. Fakat insanlar ölüyü kefenledikleri gibi ölümü de kefenlemişlerdir. Ve kefenlenen her şey öldürücüdür. İnsana düşen, tüm libaslarından (giysi) soyup öylece seyretmektir ölümü. Yani hayatı. 

Kendi isteğiyle çok genç yaşta trajik bir şekilde hayata veda eden Slyvia Plath’ın “Ölüm” adlı şiiri şöyledir:

Ölüm çok güzel olmalı,
yumuşak kahverengi toprakta yatmak,
birinin başının üzerinde çimlerin dalgalanması ve
sessizliği dinlemek.
Dünün olmaması ve yarının olmaması.
Zamanı unutmak, hayatı affetmek, barışta olmak…

Fotoğraf: Gilly Stewart/Unsplash

Maya Angelou da “Ağaçlar Düşerken” şiirini şöyle bitirir:

Ulu insanlar öldüğü zaman,
az sonra huzur çiçeklenmeye başlar
ağır ağır ve hiç kural tanımadan.
Sakinleştirici bir titreşimle
dolar bütün boşluklar.
Duyularımız yenilenir,
eskisi gibi olmaz asla
ve fısıldarlar kulağımıza.
Onlar bu dünyada yaşadılar.
Yaşadılar. Biz… Daha güzel
olabiliriz. Yaşadığı için onlar.

Ölüm hep yanı başımızda ama hayattayız. Ölüm yaşam varoluş döngüsel olmaya devam edecek. Bir gün gideceğiz ama gidene kadar hayat bizim. Ölüm zamansızlık. Zaman en değerli varlığımız. Sevgiyle, aşkla, şefkatle yeryüzüne bakmak en güzel mirasımız olacak. Yaşama sevincinizin her gün çoğalması dileğiyle…